30 Mart 2016 Çarşamba

SÖZ VE HAKİKAT

Kübra YILDIRIM*

"Ne içindeyim zamanın,
 Ne de büsbütün dışında
     Yekpare geniş bir anın  
Parçalanmaz akışında."
                                                                                                       
Tanpınar’ın gaipten kazıp çıkarır gibi söylediği bu mısraları ilk okuduğumda kendi kabuklarımın içinde sarsılmıştım. Anlamının idrakinden yoksun, bihaber ben, ne kadar o eşiği geçmeye çabalasam da kapılar o kadar sert kapanıyordu çehremin üstünde. Düşündüm, başka şeylerle meşgul olsam da ağırlığını kaldıramadığım bu muammanın parçalarını kafamın içinde biriktirmeye başladım. Bir şeyin ne içinde ne de dışında olduğunu haykıran biri çıkıyor.

Böyle zihniyete sahip biri için zaman üstü bir biçimde tüm çiftler ve karşıtlıklar; geçmiş, gelecek ve şuanın tüm renkleriyle bir kefe de birbirine nasıl da karışmadan duruyordu.

Sınırların kaybolduğu bir dilimde kesifliğin kofluğunu bertaraf eden, kökü buraya bağlı; fakat hiçbir kalıba, ideolojiye indirgenemeyen bir bağımsızlık ruleti seziliyor.

İşte bu Tanpınar evreninin hakikati idi. Şiirin ona gebe olduğu ve içinde taşıdığı hakikate. Felsefe tarihinin belli dönemlerinde şiirin ve şairliğin sofistik bir havaya büründürülerek hakikati ilga ithamıyla deli muamelesi gördüğünü, ansızın kara bir vehim damgası yediğine şahit oluruz. Bu iki çift kenarda mahkûm edilmiştir. Hâlbuki şiir hakikati kendi büyüsü münasebetiyle içinde barındırır. Eski zamanlara yöneldiğimizde Doğuda nesir geleneğinin olmadığını görürüz. Çünkü dizeyle kurularak dilden dile aktarılan şiirlerin, masalların ve öykülerin içinde nakış nakış işlenen alegori ve mana üslubun içinde keşfedilmeyi bekler. Onları çözümlemeye başladığımızda inci gibi dizilmiş temelleri ortaya çıkar. Kendimizi o erişilmez hakikate değerken buluruz, bütünlük arz-ı endam edilmese de bir parçasına tutunmuş bulunuruz. Şairler deli değildir, bunu yaftalayanlar ufkunu yitirmiş bilinçsiz güruhlardır. Nitekim Goethe şiirin hakikatin bir şubesi olduğu üzere şöyle not düşer.” Bilimler birbirini çürütse de şiir baki kalacaktır.”Şiir sözden teşekküldür. Yeni ahitin diliyle konuşacak olursak söz logosla birliktedir. Söz, toplumlardan topluma geçerken kendi zamanının hakikatını ve zihniyet aşamalarını sergiler. Geleneğin muhafazası bu açıdan önemlidir. Kökü milatlara uzanan bir birikimin tasnifi için mevcut olması en temel şarttır. Türk toplumunda bu ananeyi Âşıklar, sözlü bir gelenek içerisinde hakikati silsileyle aktarırlar… Konuşma dilinin meydana getirdiği bir duruluk içinde Yunuslardan Âşık Veysellere kadar sayısız numuneleriyle yeknesaktırlar. Modern iletişim araçlarıyla kültürün yaygın olarak yazılı aktarılmasıyla beraber yazarlarımızdan bazıları edebi bir üslupla mana arayışını eserlerinde sürdürürler. Örnek verilecek olursa; Sezai Karakoç, Necip Fazıl, Bilge Karasu, İhsan Oktay Anar ve yazımın en başında zikrettiğim Ahmet Hamdi Tanpınar gibi yazarlar sözün ve felsefenin nasıl aynı hasletler taşıyacağını bize gösterir. Medyanın yazılı ve görsel materyallerle meydana getirdiği etkinliği bir tahribatı peşinden sürükler; bireyin hafızasıyla kurduğu bağa ket vurması. Bu durum sözlü geleneğimizi, idrakimizi zedeleyerek kendi bilincimizin farkına varmamamıza sebebiyet verir. Şiir havsalamızı kuvvetlendirir. Kişiye mana hakikatinin arayışı yanında bazı latiflikler; naiflik, idrak, bilinç, olgunluk gibi vasıfları sağlar. Söz söze doğar. İnsanlar, toplumlar, devletler, geçmiş ve gelecek arasındaki rabıtayı inşa eder. Kendi formunda Tanpınar örneğiyle hakikati, varlığı; aynı zamanda zamansızlığı ve mekânsızlığı oluşturabilir. Sırları keşfetme ve kendiliğin inşasını gerçekleştirme halidir bu. Görünen ve görünmeyen insanlık tarihi boyunca sürekli meşgul eder durur insan zihnini ve bunu çeşitli yollarla ifade etme yollarını arar.

*Sakarya Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü, 3. Sınıf Öğrencisi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder