Kübra YILDIRIM*
"Ne içindeyim
zamanın,
Ne de büsbütün
dışında
Yekpare geniş bir anın
Parçalanmaz
akışında."
Tanpınar’ın gaipten
kazıp çıkarır gibi söylediği bu mısraları ilk okuduğumda kendi kabuklarımın
içinde sarsılmıştım. Anlamının idrakinden yoksun, bihaber ben, ne kadar o eşiği
geçmeye çabalasam da kapılar o kadar sert kapanıyordu çehremin üstünde.
Düşündüm, başka şeylerle meşgul olsam da ağırlığını kaldıramadığım bu muammanın
parçalarını kafamın içinde biriktirmeye başladım. Bir şeyin ne içinde ne de dışında
olduğunu haykıran biri çıkıyor.
Böyle zihniyete sahip
biri için zaman üstü bir biçimde tüm çiftler ve karşıtlıklar; geçmiş, gelecek
ve şuanın tüm renkleriyle bir kefe de birbirine nasıl da karışmadan duruyordu.
Sınırların kaybolduğu
bir dilimde kesifliğin kofluğunu bertaraf eden, kökü buraya bağlı; fakat hiçbir
kalıba, ideolojiye indirgenemeyen bir bağımsızlık ruleti seziliyor.
İşte bu Tanpınar
evreninin hakikati idi. Şiirin ona gebe olduğu ve içinde taşıdığı hakikate.
Felsefe tarihinin belli dönemlerinde şiirin ve şairliğin sofistik bir havaya
büründürülerek hakikati ilga ithamıyla deli muamelesi gördüğünü, ansızın kara
bir vehim damgası yediğine şahit oluruz. Bu iki çift kenarda mahkûm edilmiştir.
Hâlbuki şiir hakikati kendi büyüsü münasebetiyle içinde barındırır. Eski
zamanlara yöneldiğimizde Doğuda nesir geleneğinin olmadığını görürüz. Çünkü
dizeyle kurularak dilden dile aktarılan şiirlerin, masalların ve öykülerin
içinde nakış nakış işlenen alegori ve mana üslubun içinde keşfedilmeyi bekler.
Onları çözümlemeye başladığımızda inci gibi dizilmiş temelleri ortaya çıkar. Kendimizi
o erişilmez hakikate değerken buluruz, bütünlük arz-ı endam edilmese de bir
parçasına tutunmuş bulunuruz. Şairler deli değildir, bunu yaftalayanlar ufkunu
yitirmiş bilinçsiz güruhlardır. Nitekim Goethe şiirin hakikatin bir şubesi
olduğu üzere şöyle not düşer.” Bilimler birbirini çürütse de şiir baki
kalacaktır.”Şiir sözden teşekküldür. Yeni ahitin diliyle konuşacak olursak söz
logosla birliktedir. Söz, toplumlardan topluma geçerken kendi zamanının
hakikatını ve zihniyet aşamalarını sergiler. Geleneğin muhafazası bu açıdan
önemlidir. Kökü milatlara uzanan bir birikimin tasnifi için mevcut olması en
temel şarttır. Türk toplumunda bu ananeyi Âşıklar, sözlü bir gelenek içerisinde
hakikati silsileyle aktarırlar… Konuşma dilinin meydana getirdiği bir duruluk
içinde Yunuslardan Âşık Veysellere kadar sayısız numuneleriyle yeknesaktırlar.
Modern iletişim araçlarıyla kültürün yaygın olarak yazılı aktarılmasıyla
beraber yazarlarımızdan bazıları edebi bir üslupla mana arayışını eserlerinde
sürdürürler. Örnek verilecek olursa; Sezai Karakoç, Necip Fazıl, Bilge Karasu,
İhsan Oktay Anar ve yazımın en başında zikrettiğim Ahmet Hamdi Tanpınar gibi
yazarlar sözün ve felsefenin nasıl aynı hasletler taşıyacağını bize gösterir.
Medyanın yazılı ve görsel materyallerle meydana getirdiği etkinliği bir
tahribatı peşinden sürükler; bireyin hafızasıyla kurduğu bağa ket vurması. Bu
durum sözlü geleneğimizi, idrakimizi zedeleyerek kendi bilincimizin farkına
varmamamıza sebebiyet verir. Şiir havsalamızı kuvvetlendirir. Kişiye mana hakikatinin
arayışı yanında bazı latiflikler; naiflik, idrak, bilinç, olgunluk gibi
vasıfları sağlar. Söz söze doğar. İnsanlar, toplumlar, devletler, geçmiş ve
gelecek arasındaki rabıtayı inşa eder. Kendi formunda Tanpınar örneğiyle
hakikati, varlığı; aynı zamanda zamansızlığı ve mekânsızlığı oluşturabilir.
Sırları keşfetme ve kendiliğin inşasını gerçekleştirme halidir bu. Görünen ve
görünmeyen insanlık tarihi boyunca sürekli meşgul eder durur insan zihnini ve
bunu çeşitli yollarla ifade etme yollarını arar.
*Sakarya
Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü, 3. Sınıf Öğrencisi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder